28 Şubat 2006

Tarihte Bugün

Bugün yani 28 şubat benim için önemli bir tarihtir. Benim için önemli olan olay 4 yıl önce 2002 yılında meydana geldi. 4 yıl önce bugün sigaraya başladım ve tiryakiliğimin 4. yılını kutluyorum. Önceki senelerde kutlayamamıştım. Eğer 2010 a kadar bırakmazsam da 8. yılını kutlayacağım.

Soğuk ve rüzgarlı bir şubat akşamı kimbilir hangi dertten ötürü (biliyom aslında da.boşver) masa üzerinde bulunan arkadaşım ait olan paketten bir tane sigara aldım. Öksürüklere rağmen içmeye çalıştım. Bir süre sonra bir diğerini aldım. Gene öksürük vardı. Sigara kendine alıştırmadan önce son uyarılarını yapıyor gibiydi. Bak ben böyle kötü bişeyim, öksürtürüm seni, hiç de hoş bir tadım yoktur diyordu sanki. Eğer bana alışacaksan bunlara katlanmalısın diye de ekliyordu. Hiç kimsenin etkisi altında kalmadan o gün ona bağlılık yemini etmiştim. O da iyi ve kötü günlerimde yanımda olacağına söz verdi.

Ve sözünü de tuttu. Sıkıntılarıma çözüm bulmasa da her zaman beni sakinleştirdi. Kutusunda sakince beni bekleyen o beyaz şeytan, her yeni bir tanesini elime aldığımda "evet yeniden bana ihtiyacın var.bensiz yapamazsın" diyerek haklı kibirini gösteriyordu. Yanan bedenine rağmen bana içinde saklı o özü sunuyordu. O rahatlatıcı etkisini üzerime salıyordu. Ona tekrar ihtiyacım olana dek. Galiba vakit geldi. Kibritim nerde? :)



22 Şubat 2006

Fotojeni


Fotoğraf çekileceğim her zaman içimi bir telaş kaplar. Acaba bu sefer nasıl çıkacağım diye? Ben fotojenik değil miyim yoksa poz vermeyi mi bilmiyorum diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Ama nedense çekildiğim 10 resimden 2 sinde adam gibi çıkabiliyorum. Bakmayı bilmek çok önemli. Aslında insanın bakışları o an ki duygularını çok iyi yansıtmakta. Suratına bakarak kişilerin verdiği tepkileri anlayabilir dikkatli kişiler. Tamamen doğal bir tepkidir bu. Bunun dışında istenilen yüz ifadesine aniden takınabilen kişilerde mevcuttur. Fotoğraf çekilirken de bu kişiler sanki yüzlerinin nasıl güzel çıkacaklarını bir şekilde kaydetmiş gibidirler. Hemen yüze o pozu geçirip çiiiiz derler.

Küçükken yabancı filmlerde biri resim çekmeden önce "peynir deyin" derdi. Belli bir yaşa kadar bu kişileri salak olarak düşünmüştüm.Allahtan sonradan öğrenip herhangi bir ortamda rezil kepaze olmaktan kurtuldum.Hatta daha sonraları "taking photo" eylemi sırasında
kendimi "cheese" derken bulmuştum. Neler yaptıysam olmadı. Gülümseyeyim dedim olmadı. Resimlerde pişmiş kelle gibi çıkıyordum. Ciddi görüneyim dedim bu seferde. İfadesiz ve benim olduğuna inanmak istemediğim bir suratla karşılaşıyordum. Bu durum canımı sıkıyordu. Bir gün geçtim aynanın karşısında yüzüme ifade verme alıştırmaları yapmaya başladım. Bir an kendimi "Taxi driver" daki De Niro gibi hissettim(You talkin' to me?). Değişik ifadeler takınıp aha oğlum işte böyle bakacaksın diyordum. Evet böyle çok karizma oldun be koçum diye de gazlıyordum. Az daha bakışları numaralandırma gafletine düşecektim(işte 74 nolu bakışım). Verimli bir çalışma olmuştu. Arada hatırlatmalar yapıyordum tekrar ayna karşısında.

Bu çalışmalarımın ardından bir süre geçti. iş arkadaşım sebebini hatırlamadığım bir nedenden ötürü "resmini çekelim senin bi" dedi. Çıkardı kameralı cep aygıtını. Aklıma yaptığım çalışma geldi. Artık emeğimin semeresini alma vakti gelmişti. Suratıma verdiğim ifadeyi hatırladım. ve o pozu yerleştirmeye çalıştım. Resim çekildi. Teknoloji sayesinde anında sonucu görebiliyor olmanın rahatlığıyla telefondan kendi resmime baktım...Suratımda tam bir "maldeyneği" ifadesi vardı. Bu işte başarılı olamayacağımı anlayıp olayı akışına bıraktım. İfade mifade vermedim. Kaderime razı oldum.

Fotoğraflarda bi şekilde iyi çıkan kişilere hep gıpta etmişimdir. Sanırım bu da özel bir yenetek. Asla edinemeyeceğim bir yetenek hem de...



Uyku



Ölümün provası uyku. Bilinç dışı bir an, yaşamla ölüm arasındaki o şekilsiz köprü. İnsan uykudayken otomatik pilota alınmış uçak gibidir. Uçmaya devam eder ama beyniyle değil. O sırada bilinçaltının bizim için hazırladığı vizyon filmlerini seyretmekteyizdir. Ne olduğuna anlam veremediğimiz ilginç sohbetler, kendimizden duymaya çok şaşıracağımız bilgiler, farklı kişiler ve farklı olaylar. Sanırım uyku sırasında bünye sıkılmasın diye izlettirilen bir eğlence programı gibi bişeydir. Ne kadar izlesekde sıkılmayız. Garip rüyalarımdan favori olanı, ingilizce olarak gördüğüm rüyadır. Altyazısız bir rüyaydı. Anlamakta sorun yaşamamıştım.

Rüya sırasında beyin kişiye sanal bir gerçeklik sağlar. Ve rüyayı gerçek dünyada yaşıyormuşcasına hissederiz. Bu bazı açılardan sorun yaşatsa da bazende mükemmel bir hayal dünyasına yelken açarak kişiyi uyanmak istemeyeceği maceralara sürükler. Kimi zaman yüksek bir yerden düşüyoruzdur ve hiçbirşey yapamayız. Kimi zamanda gökyüzüne yükselip bulutlar üzerinde yolculuk yaparız. Rüyalar ülkesini her ziyaretimizde farklı bir yeri gezer görürüz. Tek kötü tarafı sabah olup da uyanınca bakarsın ki herşey rüyaymış. Sen hala aynı sen, etrafındaki herşey aynı. Aynı tas aynı hamam aynı tellak.

Herkese iyi uykular. Zira uykuya direnmenin ya da uyuyamamanın cezası ertesi gün zombi formunda dolaşmaktır.

21 Şubat 2006

Neden?

Sigara yakmak için kullandığın kibriti , yere atmamak için kutuya koyduğunda , neden bir sonraki yakışında eline yanmış kibrit çöpü gelir?

Otobüs durağına yaklaşırken, neden beklediğin otobüsün kalkıp gittiğini görürsün?

Bankada kuyrukta beklerken, neden sıra sana geldiğinde personel öğle tatiline çıkar?

Çok feci sıkışmış patlamak üzere bir halde eve geldiğinde, neden tuvalet doludur?

Çok aç bir halde eve gittiğinde , neden annen sevmediğin yemeği yapmış olur?

Boş vaktin olup dışarda takılmak istediğinde, neden tüm arkadaşlarının sözbirliği etmeşcesine işleri vardır?

Seyretmeye can attığın filmin download u bittiğinde ve seyretme hazırlığı yapmaya başladığında , neden eve misafir gelir?

Bir işe yarayacak sırada, neden tüm elektronik oyuncaklar çalışmaktan vazgeçer ?

İnternetten çok önemli bir şeyi indirmen gerektiği sırada, neden internet kağnı hızında çalışır?

Çok önemli bir buluşmaya geç kaldığın sırada, neden trafik sıkışır , arabalar gıdım gıdım ilerler?

Çok sık görüşemediğin sevgilinle buluşacağın akşam, neden sevgilinin babası çıkagelir?

Şehirlerarası yolculuk yaparken ve koltuklarda çok geniş değilken, neden yanına şişman , iriyarı bir amca oturur, üstüne üstlük bi de horlar?

Gene şehirlerarası bir yolculukta tam uyumak üzereyken, veledin biri ağlar ,zılar veyahut bağıra çağıra konuşur?

Başka bir şehre gezmeye gittiğin zaman, neden hoş biriyle tanıştığının ertesi günü dönmek zorunda kalırsın?

Arkadaşın seni hoş biriyle tanıştıracağı zaman, neden şehir dışında olmak zorundasındır?

Neden,nedenlerin sebebi bilinmezdir?

20 Şubat 2006

Can Sıkıntısından yazdım

İnsan sıkıldığında, yapacak birşey bulamadığında ne düşünür? Yapmak istediklerini mi düşünür yoksa hayal mi kurar ? Belki hayatını sorgulamaya başlar. Neden yaşadığını belki. Kim olduğunu sorgulamaya başlayan biri için işler yolunda gitmiyor demektir. Hayatından memnun olan ve mutlu biri hayatın anlamını sorgulamaya çalışmaz. Çünkü iyi giden birşeyin altını kurcalamaya gerek yoktur. Mutludur ve mutlu olmasına sebep olan etkenleri düşünür sadece. O güzel tabloyu canlandırır kafasında ve gülümser.

Yaşantısını sorgulayanlar ise yolunda gitmeyen öğeleri , etkenleri düşünmek için bu işe girişir. Kimi zaman işinden çıkamaz çünkü çıkışı yoktur. Kimi zaman ise yeni kurallar tanımlar kendine ve uyacağının sözünüde vermeyi unutmaz. İyi evlilik yapan mutlu, kötü evlilik yapan ise filozof olur diye bir laf vardır yar. Sanırım bu evli olmayanlar içinde geçerli. Mutlu olmayan herkes filozof olmaz belki ama mutlu bir filozofta yoktur kanısındayım. Ama benim fikrimi sorarsanız cahillik mutluluktur.

İçimdeki Çocuk



Çizgi fimlerdeki dünyaya her zaman daha fazla imrenmişimdir. Orda insanlar ölmez, yanında bomba patlayan biri parçalara ayrılmaz. Sadece simsiyah olur, saçları dikleşir ve ağzından duman çıkar. O dünyada da iyi ve kötü vardır. Sürekli savaş halindedir ama hep iyiler kazanır. Birileri tehlike içindeyken o kahraman kişi son anda gelir ve insanları kurtarır. Çizgi filmler, insanların içindeki dünya kavramının açığa çıkışıdır.


Ve insanlara çizgi filmleri izleten içlerindeki çocuktur. İşte o çocuk sayesinde masumiyetini yitirmez kişi. İnsanlara daha sıcak bakar ve güvenir. Yüzünde ise bakkaldan aldığı çukulatayı henüz yemiş bir çocuğun gülümsemesi vardır. Bir işi başardığında ise yüzüne, misket oyunundan galip ayrılmış bir çocuğun gururu yerleşir. Hüzünlendiğinde ise , oyuncağı elinden alınan bir çocuğun saf gözyaşlarıyla ağlar. İçindeki çocuk dünyayı daha yaşanılır bir yer kılar. Onun sayesinde yakana yapışan kirli ellerin izi üzerine yapışmaz. Dizleri yara bere içinde, saçları tozlu bir veledin inatçılığıyla hayatın zorluklarına göğüs gerersin. Hala gülümseyebiliyorsam , hala hayattan beklentilerim varsa ve hala çizgi film gerçekliğinde hayal kurabiliyorsam içimdeki çocuğu yaşattığımdandır. İçindeki çocuğu öldürenler!, siz artık büyümüşsünüz ama ben daha büyümedim. Büyüyünce doktor olcam...

Adamım Uzumaki Naruto

Beklenilen Kişi


İnsanlar hayatlarının belli bir dönemi o kişiyi beklemekle geçer. Bazıları ömürleri boyunca bekler. Kimi şanslıdır , fazla bekletilmez. Aradığını bulur ve yoluna devam eder. Kimi ise daha fazla bekler. Kimi ise beklese de fayda etmez. Ne gelen vardır ne giden?

Hep o kişiyle karşılaşmak için algılarımız sürekli açıktır, sürekli tetikteyizdir. Olurda karşılaşırsak kaçırmayalım diye. Lakin ne zaman yaparız bunu? Arkadaşlar arası toplantılarda, yeni birileriyle tanışılma ihtimali olan etkinliklerde, bilmem kimin düğününde, yada bir eğlencesel durumda. En fiyakalı şeklimize bürünürüz. Saçlar için daha uzun zaman harcarız. Çok nadir giydiğimiz o yepyeni ayakkabımızı giyeriz. Hatta ayakkabıya bakınca yüzümüzü görecek şekilde parlatırız. En sevdiğimiz gömleğimizi kollarımızdan geçirir, mümkün olan en karizma pozlarımızı takınırız. Ortamda daha yüksek sesle espri yaparız ki , eğlenceli yönümüzü etrafa duyururuz. Hıncal uluç tarzı gevrek gevrek güler, allahım ne kadar güleç bir insan olduğumuzu belli ederiz. Dostluğumuzun fazla kuvvetli olmadığı, 20 yıl görmesek aklımıza gelmeyecek adamlara, "oOOOo kardeşim nasılsın" diye abartı selam veririz ki sevilen , sayılan ve sosyal bir insan olduğumuzun altını çizmiş oluruz. Hep bir şekilde o kişinin dikkatini çekmek isteriz. Olurda ordaysa bizi es geçmesin diye yaparız bunları. En cici kıyafetlerimizin içinde en cici en beyefendi maskemizle reklamımızı yaparız.

Ama o kişi senin en kendin olduğun zaman ortaya çıkar. En baba en "ciks" halinle değil, en doğal halinle görüp senin olacaktır. Bir Pazar sabahı, pis sakal, dağınık saç bir şekilde markete gittiğinde yumurta alan pembe eşofmanlı kızdır. Yada iş çıkışı bitik bir halde otobüste giderken sana, gideceği yeri tam bilmediği için ineceği durağı soran endişeli kızdır. Veya öğle yemeği için gittiğin mekanda hapır hupur kebabını yerken, karşı masada salata yiyen (diyette çünkü) kızdır (Bayanlar için örnek önerilerinizi bekliyorum). O yüzden, her daim pür dikkat kesilmenizi tavsiye ederim. Her an bekleyin. Belki şu an onunla tanışmak üzeresindir.

Not: Çok uzun bir süre görüşmediğiniz bir eski tanıdık kişi sizi arayıpda ?merhaba,nasılsın? derse, onla bir daha görüşmeyin. Emin olun o değil.

17 Şubat 2006

Ellerim kesik



Kafamda düşler kuruyordum yürürken. Önümde acı tuğlalarından örülü geçmiş duvarına rağmen. Duvarın arkasını görmeye çalışıyordum. Yolda yürürken onu gördüm. Parlıyordu, bakamıyordum. Gözlerim kamaşmıştı etkisinden. Elime aldım onu tekrar baktım. Gözümü ayıramıyordum. Artık daha mutluydum. Duvardan ötesini görüyordum. Elimdeki elmasın kıymetini biliyordum ve düşlerimin gerçekleşme olasılığı bana yansıyordu. Güneşi elimde tutuyor gibiydim. Onunla birlikte sanki bende parlıyordum. Elimdeki hazinenin gerçekliği acılarınkinden daha yoğundu. Mutluydum ve sanki hep öyle kalacaktım...


Sonra akşam oldu. Güneş herzaman rutine uydu. Uzaklardaki yuvasına doğru yol aldı yeni seferine hazırlık için. Elimdeki hazineme ne olmuştu? Artık parlamıyordu. Pırıltısını yitirmişken inanamıyordum olanlara. Halbuki kör olana dek ona bakacaktım. Ama yok artık parlamıyordu. Hazinem dediğim , elmasım, bir kırık cam parçasından ibaretti. Gerçekliğini yitirmişti benim için. Mutluluk morfininden ellerimdeki kesikler acımamıştı. Şimdi ise tek gerçek elimdeki acıydı. Gece tek düşündüğüm elimdeki acıydı. Tek dostumsa gözyaşlarım...



Özür



Özür Diliyorum

Söz veripde tutmadığım yada tutamadığım herkesten özür diliyorum.

İstemeyerek de olsa söylediğim bir sözden dolayı kırdığım, üzdüğüm hersten özür diliyorum.

Daha fazla ilgi göstermem gerekirken , yapamadığım , ihmal ettiğim herkesten özür diliyorum.

İşimde yaptığım hatalardan dolayı sıkıntıya düşen, zorluk yaşıyan herkesten özür diliyorum.


Özür Bekliyorum

Söz veripte tutmayan yada tutamayan hersten özür bekliyorum.

Söyledikleri sözlerden ve davranışlardan ötürü kalbimi kıranlardan özür bekliyorum.

Bana daha fazla ilgi ve sevgi göstermesi gerekirken bir neden ötürü bunu yapmayan herkesten özür bekliyorum.

İşimi yapmamı zorlaştıran herkesten özür bekliyorum.

Düşüncesizce ve bencilce davranışlarından dolayı daha iyi bir geleceğe sahip olmamı engelleyen herkesten özür bekliyorum.

Dostum diye kucaklayıp beni sırtımdan hançerleyen , ihanet eden insan müsvettesi herkesten özür bekliyorum.

Dürüstlüğümü, yardımseverliğimi suistimal edip , iyiliğimi kötülükle cevap veren tüm herkesten özür bekliyorum.

Sevgime, aşkıma ve fedakarlığıma ihanetle karşılık veren , kalbimi defalarca kıran herkesten özür bekliyorum.


16 Şubat 2006

Yağmur



Bulutların yeryüzüne hediyesi yağmur. Çölde bedevinin, tarlada çiftçinin ortak temennisi. Yağmur nedense beni hüzünlendirmiştir. Çocukluğumda yağmura yağdığı zaman önce durgunlaşır, dizlerimi kucaklayıp küçük odamın küçük penceresinden yağmuru izler , hüzünlenirdim. Önce kaşlarını çatar gökyüzü. Gürlemeye başlar sonra etrafına kükrer ve sonra durgunlaşır, üzgün bir kimliğe bürünür sonra da ağlamaya başlar. Yağmur damlaları bana gözyaşlarını anımsatır. Belki hüzün etkisi bu yüzdendir. Yağmur damlaları da tıpkı gözyaşları gibi üzgün bir gözün pınarlarından oluşur ve akar gider.

Aynı zamanda hayata da benzetebiliriz. O da bizim gibi bulutun bağrından doğar ve yaşamaya başlar, damla şeklini alır. Sonra nihai hedefine doğru ilerler. Gökyüzünden yeryüzüne doğru süzülmeye başlar. Rüzgar onu hedefin saptırabilir belki ama amacına ulaşmasını engelleyemez. Bildiği yolda devam eder. İnsan hayatının aksine yolu inişli çıkışlı değildir. İstikrarlıdır , sürekli düşer diğer damlalar gibi. Ve dünyaya yaklaşır. Yolculuğu , deniz mavisi gözleriyle gökyüzüne bakan güzel bir kızın pürüzsüz alnında sona erer.

15 Şubat 2006

Yetişkin

"New blood joins this earth. And quickly he's subdued". Metallica nın bir parçasındaki bu güzel vecize hepimizin başına gelecekleri özetliyor. Kelime anlamıyla bakılırsa "Yeni bir kan(can) dünyaya katılır.Ve hemen boyun eğer." Doğar doğmaz olmasa da hepimiz bu dünyanın , daha da alt bir kümeye inersek bulunduğumuz toplumun ,çevrenin etkisi altına girmeye başladık. İlk olarak aileden başlayan bir etki gitgide yaşadığımız çevrenin görünmez etkisiyle kuvvet kazandı. Ve diğerleri gibi bizde bizden istenen ,beklenen şeyleri yapmaya başladık. Onların istediği gibi davranmaya başladık. Kafamızı hafif kaldırmaya çalıştığımızda ise yetişkinleri gördük ve tekrar başımızı önümüze eğdik. Üzerimize giydirdikleri kıyafetlerden kurtulamadık. Olmak istediğimiz gibi olamadık, olduğumuzda hep bir duvara çarptık. Çizdikleri yolların dışına çıkamadık. Hep sıktık dişimizi , hep duvara vurduk yumruğumuzu. Onlara karşı durabilmenin tek yolu onlar gibi olmaktı. Yetişkin olana kadar bekledik. Bekledikçe alıştık ve büyüdük. Sonra aynı hastalığa bizde yakalandık, aynı virüsü bizde kaptık. Yüzümüzdeki efendi çocuk maskesi suratımıza yapıştı. Parçalamak istediğimiz zincirler bir parçamız oldu. Bizde onlardan olduk. Olmak istemediklerimiz gibi olduk. Bu makinaya yeni bir çark da biz olduk.

14 Şubat 2006

Dilemma

Genç adam yerinden doğruldu. Kapıya doğru hareketlendi. Ayaklarında derman olmadığını farketti. Kendini zorladı yürümek için. Genç kıza doğru kafasını çevirdi. Kızın buğulu ve kızarmış gözleriyle buluştu gözleri. İçi acıdı. Çekti bakışlarını. Kapıya yaklaştı ve "Gideceğim yeri biliyorsun.Seni bekliyeceğim." diyebildi. Elini kapının koluna uzatırken genç kız titrek ve zayıf sesiyle "O kapıdan çıkarsan herşey biter" dedi. Oğlan duraksadı, eli titremeye başladı "demek buraya kadarmış" diye geçirdi içinden. 3 yıl sonra güneşli bir yaz günü bitecekti bu aşk.

Yaşadıkları canlandı zihninde. Balık tutarken ne kadar eğlendiklerini aklına geldi. Kız onunkinden daha büyük bir balık yakalamış ve bütün gün bununla da övünüp durmuştu. Balıkları pişirdikten sonra oğlan benim balığım daha lezzetliydi diye altta kalmamaya çalışmıştı. Ama şimdi kendine itiraf ediyordu. Daha lezzetli değildi. Onunla yediği her yemek bir ziyafetti. Sonra onun için kavga ettiğini hatırladı. 3 serseriden biri kıza laf atmış ve o da adamlara diklenmişti.İyi bir dayak yemiş , daha da iyi bir dayak yemesi etraftan gelenlerin müdahale etmesiyle engellenmişti. Ama bir yumruk attım diyerek sevgilisine kendini göstermek istemişti, şişmiş kaşının acısına rağmen. Evlerine dönerken hala acıyor mu diye sormuştu kız. Oğlan hayır demişti ama acıyordu. Genç kız oraya bir öpücük kondurdu bu lafın üzerine. Acısı dinmişti delikanlının. Sonra birlikte kızın bitirme tezi için 2 gün uykusuz çalıştıklarını hatırladı. 2 gün boyunca sadece ona odaklanıp kah gülerek , kah ümitsizliğe kapılarak o işi bitirmişlerdi. İşin sonunda , oğlan çalışma masasının üstüne sızmıştı yorgunluktan. Uyandığında masaya akmış salyalarını farketmişti. Acaba benden iğrenmiş midir diye düşündü bir an. Bulunduğu durumu farkendince düşüncenin anlamsızlığını anladı. Ve aynı hızla düşünce yokoldu zihninde.

Sonra kendine geldi. Odada ayakta ve kapının önündeydi. Düşüncelere dalmadan önce kendini bıraktığı yerdeydi. Genç kıza döndü : "Bununla yaşayamam.Gitmek zorundayım.Seni çok sevdim....ve seveceğim" dedi. Kapının kolunu kavradı, çevirdi. Ağırca açılan kapıdan dışarı çıktı. Sıcak hava yüzünden geçerken yakıcı bir etki bıraktı. Kapıyı kapatırken genç kızın hıçkırıklarını duydu. İçi kıyılmaya başladı. Adımlarını hızlandırdı yoksa dayanamayıp geri dönecekti. Yola çıktı yürümeye başladı. Geri dönülmez bir yolculuğa çıkmıştı ve gerisinde bir çok hatıra bırakıyordu. Hayallerini gerçekleştiremeceğinin bilincinde atıyordu adımlarını artık. Kavga bile etmeden bitmişti herşey. En büyük kavgalarını hatırladı. Bağıra çağıra tartışırlarken kız oğlana eline geçirdiği bir vazoyu fırlatmıştı. Oğlan böyle bir şeyi beklemediği için kaçamamıştı. Kafasında kırılan vazo oğlan başını yarmıştı. Başında o sızıyı hissetti ansızın. Oğlanın başından süzülen kan , alnında aşağıya inerken kavga bitmişti. Kız koşarak çocuğa sarılıp defalarca özür dilemişti. Başındaki sızı kalbine indi. Ordan tüm gövdesini kapladı. Yürümekte zorlanıyordu artık. Bir güç onu sanki yakasından çekiyor , geri dönmesi için haykırıyordu. Ne doğru dürüst bir ses duyabiliyor ne de nesneleri tanıyabiliyordu. Etrafında kapısı ve penceresi olan beton yapılar görüyordu. Yola baktı. Camları ve tekerlekleri olan hareketli metal nesneler görüyordu. Sağında solunda 2 ayaklı , 2 kollu ve bir başı olan ve onun gibi yürüyen canlılar görüyordu. Adımlarını daha da zor atar oldu. Yol bitmek bilmiyor sanki koşu bandında yürüyordu. Parkın yanında geçerken ayağına bir nesne çarptı . Durdu ve baktı . "abi topu atsana!". küçük bir çocuktan çıkmıştı be ses. 6-7 yaşlarında olduğu belliydi. Çocuğa baktı gözlerinde saflığı ve masumiyeti gördü. Vicdanı tekrar onu ele geçirdi. V
ücuduna kuvvet verdi. Nesneleri tekrar görmeye başladı. Topu attıktan sonra adımlarını hızlandırdı. Yaklaştı hedefine. Diğerlerinde ayır edilebilen o yapıyı gördü. büyük harflerle "****** KARAKOLU" yazıyordu. Kapıdaki nöbetçi polis sıkıca sarıldığı otomatik silahıyla kendine güveni tam görünüyordu. Son bir kere dışarıya baktı. İçeriye girdi. Görevli memurun masasına yaklaştı. Memurla gözgöze geldi. O anda içinde fırtınalar kopmaya başladı.Zihninde şimşekler çakmaya başladı. Vücudu ısınmaya , titremeye başladı. Terliyordu ve nabzı hızlanıyordu. "Buyrun " dedi memur. Genç adam gözlerini aşağıya indirdi ve yavaşça "**/**/**** tarihinde *****'de işlenen cinayetin faili...Benim" diyebildi. Rahatladı birden, eli ayağı boşaldı. Vicdanı ona doğru olanı yaptığını söyledi. Derin bir nefes aldı ve hayalleriyle vedalaştı....

13 Şubat 2006

Smoking Kills










Yazının başlığından sigara karşıtı bir yazı sonucunu çıkardınız. Lakin düşündüğünüz gibi değil durum. Sigara tiryakileri, merak etmeyin şu son zamanlarda sigara paketlerinin üzerindeki can sıkıcı yazılardan sonra bir darbe ben vuramam. Aslında bu yazıları biraz eleştireceğim. Sakın sigarayı tavsiye edeceğim gibi bir fikre kapılmayın. Sadece şu yazılara biraz kafam takıldı.


Sigara öldürür yazıyor paketlerde. Sigaranın öldürdüğü aslında şu yönden doğru. Kansere yakalanma riskini çok yükseltiyor, kalp ve damarlara büyük zarar veriyor vs. Bu şekilde bir rahatsızlığa kapılarak ölüyorsunuz yada sıkıntı çekiyorsunuz. Ama içen herkesin öldüğünü sanmıyorum. Ama sigara içmek öldürür yazıyor pakette. şöyle bir örnek verirsek, iş stresi malumunuz. Yaşadığımız stres bizi çok bunaltıyor ve sağlığımızı bozacak derecelere varıyor , hayatımızı kısaltıyor. Ama ben hiçbir müessenin kapısında "Bu işyeri öldürür" yazısını göremedim.

Fast-food kültürü hayatımızla içiçe ve ayrılmaz bir hale geldi. McDonalds artık yeni yetme nesil için alternatifsiz bir mekan (veyahut Burger King). Hamburgerin sıklıkla yenmesi durumunda kilo artışına sebep olduğu, kolesterolü arttırdığı ve kalp ve damar rahatsızlıklarına yol açabileceği aşikar. Örnek amerikan halkı. Böyle bir durum olmasına rağmen ben bu dükkanların önünde "hamburger yemek öldürür" veyahut "hamburger yemek kalp ve damar rahatsızlıklarına yol açar" gibi ibare görmüş değilim. Otomobilinizin üzerinde de böyle yazı görmemişsinizdir eminim. Ama onla bir duvara çarptığınızda yada siz birine çarptığınızda ölüme sebebiyet verebilirsiniz. O zaman otomobilde öldürür. Öyleyse bu durumda araçların görünecek bir yerlerine "fazla hızlı araç kullanmak ölüme sebebiyet verebilir" yazılmalı eğer bu mantıkla yola çıkarsak.

Bir diğer nokta : paketlerdeki sigaranın farklı zarar noktaları. Sigaranın sperm sayısındaki azalmaya ve iktidarsızlığa yol açabileceği. Memlekette sigara içen milyonlarca kişi olduğuna eminim bu durumda nufüsumuzda bir azalma olmalı. Benim gördüğüm kadarıyla bebekler hala doğuyor. Ve birçok insanda bu yazıya inat , o keyifli işten sonra keyif sigarasını içecektir. Sperm sayısının azalmasına ise daha çok gülmekteyim. 10 milyon sperm sayısı 8 e düşse acaba ne değişecektir. Bunu kimsenin kafasına takacağını da sanmıyorum. Oturup sayan var mı aranızda? Durum böyleyken bu tiryaki insanlara bu kadar yüklenilmemesi gerek. Bırakın içsinler. Kimse kimseye karışmamalı ve sırf tiryaki oldukları içinde aşağılanmamalılar.

Sigara , kişinin can sıkıntısı duyduğu, morali bozulduğu anda en yakınındaki dostudur. Burda "sigara sorunların çözümüne katkıda bulunmaz , sadece geçiştirir" şeklinde çok klişe bir cümleyle yetkililer karşımıza çıkar. Evet sorunun çözümüne katkıda bulunmaz, sadece unutmamızı ve sakinleşmemizi sağlar. Zaten ondan böyle bir beklentimizde yok ve amacımız o an kurtulmak. Bu bilindik cümleyi söyleyen kişiler, "sorun çözümü olan bir sorun değil" sözünden sonra ya suratımıza boş boş bakacaklardır yada başlarını öne eğeceklerdir. Her sorunumuz çözüm bulacak değil ya. İnsan hayatındaki sorunların önemli bir kısmı unutularak çözülür. Sigara da buna yardım eder. Benim çok zor zamanlarımda yanımda oldu. Bu sinir bozucu ibarelerden sonra ona olan bu borcumu ödemek istedim. Tiryakileride biraz rahatlatmak istedim yanısıra. Bence sigara değil, hayat öldürür...

12 Şubat 2006

Krallık


Çocukken benimde bir krallığım vardı. Tek sahibi de bendim. Benim krallığım çocuklukta oturduğum evin bahçesiydi. İlk bakışta önemsenmeyebilir ama o yaşta (6-7) bir çocuk için o büyüklükte ve zenginlikte bir bahçeye sahip olmak çok önemlidir. Sahip olmaktan kasıt ise o bahçede oynayan tek çocuğun ben olması. Oturduğumuz binadaki bahçeye açılan tek kapı bizim evdeydi. Bahçeye inebilmek için bizim evden geçmek gerekiyordu ki, bu da bahçenin tek sakininin ben olmasına yetiyordu. Kızkardeşiminde çok ilgisini çekmediğinden, evet o bahçenin tek hakimi ben idim.

Hemen yanımızda bulunan ve onlarca daireye sahip binanın çocukları ise tek bir bahçeyi paylaşmak zorundalardı. Ve benimkinin yanında çöl gibi bir görünüme sahipti. Krallığımda çok sayıda meyve ağacı bulunurdu. Ve meyvelerini dallarından sarkıtıp , onları oradan almam için beklerlerdi. Her bir ağaç fethedilmesi gereken bir ülke, meyveleri ise fetihten sonra kazandığım ganimetlerimdi. Ganimetleri toplamam için tek yapmam gereken , o zorlu tırmanışı gerçekleştirmek , dalları arasında seğirtmekti. O kadar ağaçlar üstünde vakit harcamama rağmen tek bir ağaçtan düşme olayını hatırlamam. Lakin dalları arasında dolaşmak genelde dallar tarafından elde, bacakta hatta suratta çiziklere yol açıyordu ama fetih yaraları beni yıldırmıyordu.

Tam bir liste verirsek : erik, hurma, vişne ,kiraz , dut ve incir ağaçlarına sahip olan bahçede nerdeyse yok yoktu. Sadece incir ağacına tırmanmaktan çekinirdim. Bahçenin bitiminde ekili olan incir ağacının dalları bahçenin bitimindeki yokuşa bakıyor, olası düşme tehlikesinde çok sayıda kırık kemiğe sebep olacak şekilde ültimatomunu veriyordu. Ağaçlar dışında da bitki örtüsüne sahip olan bahçede ilk biyolojik çalışmalarımı da yapardım. Topböceklerinin tehlike anında nasıl kendilerini korumaya aldıklarını görür hayrete düşerdim. İlk defa bir akreple karşılaşmam da orada olmuştur. Kapkara gövdesiyle ve iğnesini taşıdığı tehditkar kuyruğuyla acele ediyormuşçasına yürürken , ben hipnotize olmuşçasına bakakalmış, kımıldayamamıştım. Annemin ise yılan görüşünü unutamam. Annem yılanı görünce çıldırmıştı. Benim ise hatırladığım turuncumsu bir nesne. Çünkü görür görmez bende tabanları yağlamıştım. Velhasılı dolaş dolaş bitmezdi. Oyna oyna bitmezdi benim için. Yan bahçenin düz ve bitki örtüsünden yoksun bahçesiyle benim ki karşılaştırılamazdı bile. Benim için masalsı bir yerdi orası. Sanki özenle her bitki yerine dikilmiş itinayla yerleri ,özellikleri belirlenmiş gibiydi.Çocukluğumda en çok vakit harcadığım yerlerden biriydi. Hep benim oldu. Ta ki taşınana dek. O büyülü mekanda yıllarımı geçirdim. Bir çocuğun sahip olabileceği en büyük zenginliğe sahip oldum. Orada çocuk oldum, orada hayal kurdum, orada güçlü oldum. Orada krallığımı kurdum.

Ne zaman?

Hep benim için tartışma konusu, kafa patlatma konusu olmuş zaman kavramı. Ne olduğunu anlayabilmek için kafa patlatmakla geçmiş zaman. Aslında amacım zaman makinesi. Geçmişte yaptığım hataları, pişmanlıkları engelleyebilmek. Eğer öyle bir imkanım olsa zamanda geri döner o an ki kendime , "şu herif sana yamuk yapacak dikkat et, şu işe dikkat et şöyle sorun çıkacak, şu kızın üstüne git yada o kızdan uzak dur sana zarar verecek " demeyi isterdim.

Tabiki sayısal loto sonuçlarını da bir kenara not etmeyi ihmal etmezdim. Paragöz değilim. Sadece 5 tutturmayı planlıyorum. Eğer 6 tutturursam zamanı değiştirmiş olurum. Bu paralel evrenler arasında kesişmeye sebep olabilir ve oluşacak zaman bükülmesi sonucu evren yok olabilir. O yüzden küçük meblağlar kimsenin dikkatini çekmez sanırım. Zaman makinesini yapma nedenlerimi ortaya koydum. Lakin benimki gibi tembel bir şahsiyete zaman makinesi yapmaktansa , yapmış birinden bu makineyi çalmak daha kolay geldi. Zaten şimdi başlasam bu projeye anca bastonlu dede olduğumda bitirebilirim. Cin fikirli arkadaşlar makineyi yaptıktan sonra geriye gidip işlerini görürsün diyebilir. Lakin makineyi hiç yapamama ihtimali de var dimi güzel kardeşim. O yüzden kolay olanı yapmak daha iyi. Evet zaman makinesi yapıldıysa onu çalmayı , çalınamayacak kadar büyükse de onu çaktırmadan kullanmayı planlıyorum. Ama ortada şöyle bir sorun var. Böyle bir makine gerçekten var mı?

Bunu anlayabilmek için zaman hakkında biraz düşündüm. Zaman dediğimiz şey nedir? Saniye , dakika , gün ,yıl mıdır? Nedir ne değildir şeklinde kafa patlattım. Genel anlamda zaman adını verdiğimiz kavram dünyanın hareketlerinin belli parçalara bölünmüş halidir. En küçük birimi saniye olarak düşünürsek insanoğlu saniyelerden oluşan dakika,saat gün ve yıllarla geçmişi ,anı ve geleceği onunla işaretledi. Geçmiş her dakikayı , günü, saati onunla bir kenara kaydetti ve adına geçmiş dedi. Kafasını ileriye doğru çevirince daha ötedeki anları gördü ve yapacaklarını o anlara kaydetmek için kağıdı kalemi aldı. Ona da gelecek dedi. Aslına bakılırsa zaman nedir diye çok sordum kendime. Aslında zaman diye bir şey olmadığını anladım. Kavram olarak bakılırsa anların işaretlenmesinden başka bir şey değil. Varolanın sadece şu an olduğunu anladım. Çünkü sadece şu an varolduğumu fark ettim. Ne "1 sn." öncesi nede "1 sn." sonrası. Tam şu an. Benim bu yazıyı yazdığım , seninde okuduğun şu an. Bu durumda geçmişin ve aslında geleceğinde olamayacağını fark ettim. Geçmiş sadece yaşadığım anların bir toplamıydı. Zihnimi sürekli kayıt yapan bir kamera gibi düşünürsek, bu durumda bu kayıtlara istediğim zaman ulaşabilir ve hatırlayabilirim. Hatta kendi içimde onu an'ı tekrar yaşayabilirim ama o an'a dönemem. Bu durumda geçmişin yaşanacak an'lardan oluştuğunu düşünürsek gelecek yaşanacak anlar demektir. Ve ben yaşanacak bu anları henüz bilmediğime ve yaşamadığıma göre de gelecek de yok demektir. Bu durumda zamanda yolculuk imkansızdır. Eğer bir bilim adamı olsaydım ve aklımda bu makineyi yapma fikri olsaydı, yapıp yapamayacağımı şöyle anlar idim: kafamdan, eğer bu makineyi yaparsam, yaptığım anda hemen şu tarih şu saate dönüp şu masanın üzerine bir çentik atacağım diye düşünürüm. Eğer düşünce aklımdan geçtiği anda o masada bir çentik oluşmazsa demek ki yapamamışımdır. Gerçi ben kendimde denedim çentik mentik de göremedim. Nitekim durumun imkansızlığını gördüm. Düşüncelerim sonucunda bu fikre ulaşmam biraz canımı sıktı. Demek geçmişe dönmek imkansız. Eğer durum böyleyse yapılabilecek tek şey an'a odaklanmak. An'ı yaşamak. Evet bulunduğumuz şu anın tadını çıkarmak. Ne geçmişteki acılarla ,pişmanlıklarla yaşamak ne de gelecek endişesiyle hayatı kendimize zehir etmek. Tam olarak şu an'ı yaşamak.Şu an, şimdi. Carpe Diem daha ne diyem?

Finiş

Merhaba, bugün aklımda önemli bir konu var. Birbirinden ayrılmayacak çok önemli 2 konudan biri: ölüm. Çevremdeki kişiler bu konuyla ilgili sürekli sorular yöneltiyorlar bana. "Bayram abi sen ölmekten korkmuyormuşsun. Aslanın ağzına başını sokuyormuşsun abi. Kurşundan kaçıyormuşsun. Depremde binayı terketmiyormuşsun abi, nedir abi bu konudaki düşüncelerin?" şeklinde konuşmalarla karşı karşıya kalıyorum. İnsanları fazla merakta bırakmamak için düşüncelerimi açıklayayım. Bilindiği üzere ölüm bu dünyadaki hayatımızın sonu. Ve bu sonu genelde düşünmek istemeyiz. Bunu da ölüm korkusu yüzünden yapıyoruz(Ben yapmıyom valla). İnsanlar ölümden neden korkarlar. Dünyada yapmak istedikleri birçok şey vardır. Yapmak isteyip de yapamadıklarını hayalleri , amaçları yüzünden dünyadan kopmaya henüz hazır değillerdir. Yapmaktan keyif aldığımız bir eylem esnasında yada beğendiğimiz bir film, program ,diziyi seyrettiğimiz sırada , bu keyfimizi yarıda kesen bir durum oluşursa canımız sıkılır,sinirimiz bozulur. "Yav niye ekmekleri hep ben alıyorum.abim neden gitmiyo?" şeklinde kükreriz. Hayatla ölüm arasında böyle bir ilişki var bence. Memnuniyetsizliğimizin boyutuyla yapmakta olduğumuz faaliyete olan düşkünlüğümüz arasında bir doğru orantı var.

Nedir peki hayattaki amacımız? Sıradan biri bir yuva kurup çocuk sahibi olmak, okula gittiğini görmek, askere yollamak , evlendirmek ve torunu kucağa almak şeklinde özetleyebilir. Gerçi bu sıradan işleri yapmak bile çok uzun alır(normal biri için tabiki.mesela 9 ayda doğum yapan yada yaptıran veyahut senede 1 yaş yaşlanan kişiler gibi). Peki daha farklı amaçları ve hayalleri olan kişiler için durum nedir? Örneğin uçak dizayn etmek, formula 1 pilotu olmak(bu benimki), veyahut 100 katlı gökdelenin tepesinden bungee-jumping yapmak gibi (Allah akıl+fikir versin). Yapmak istediklerimizin sayısı ne kadar artarsa ölümden o kadar çok korkmaya başlıyoruz. Ama nedense bunlar için çabada göstermiyoruz yada gösteremiyoruz. Ölümlü olduğumuzu fark ettikten sonra yapacaklarımız için zaman olmadığını anlamalıyız. Bu durumda madem zamanımız yok hiç uğraşmayalım abi gibi bir fikre kapılanlar, acele etmeyin. En azından bu fikre kapılmakta acele etmeyin. Eğer ölümlüysek ve ne zaman gideceğimiz belli değilse, amaçlarımız için neden bekliyoruz? Bir an önce onları gerçekleştirmek bir çaba sarf etmeye başlayalım. Ama ölümlü olduğumuzu kabul ederek. Başta sorulan sorunun cevabını şimdi veriyorum. Ben ölümlü olduğumu kabul ettim. Herkes bir gün öleceğini bilir ama bunu idrak edebilmek güçtür. Ben idrak edebildiğim için bu kadar sakinim sevgili arkadaşlar. Aldınız mı cevabınızı. Yapmak istediğim bir çok şey var ama yapmadan da gidersem sorun değil:)

Bunun verdiği rahatlıkla da İzmir deki depremler sırasında ortalığı velveleye vermeyip, arkadaşlarımı, akrabalarımı sakinleştirmeye çalıştım. Çünkü sakin olmayan şahıslar her türlü dedikoduya inanıp panik havasına anında girebilirdi. Tıpkı "öğleden sonra deprem olacakmış" iddiası gibi( sonra valilik açıkladı.saat 14:00 deki deprem ileriki bir tarihe ertelenmiş). Depremle ilgili mevzunun aslı budur. Aslanın ağzına kafa sokma mevzusu ise yalan diyorum. Ama kurşundan kaçabildiğim doğrudur. İnanmayan varsa silahıyla gelip deneme yapabilir. Kendisine kanıtlayacağım. Müracaatlar tarafıma yapılabilir.

Not: Kuru-sıkı silah sahipleri tercih sebebidir.

ilüzyon

hayat yanılgılarla dolu imiş.ilüzyonlarla dolu.hani sıkça yapılan bir numara vardır sihirbazlar arasında.hatta yapmayanı dövüyorlar , hakkında hoş olmayan şeyler sözlüyorlarmış.bi kase içinde önce ateş yakarlar.içinde ispirto var sanırım.tutuşturup bi müddet alevlendirirler ortalığı sonra kabın kapağını kapatırlar.bi okus pokus ve kapağı açtığında ise rengarenk çiçek doludur kap.ben bu ilüzyonu tersten yaşadım...

11 Şubat 2006

Köyümün Tarihçesi

Olaylar ilgi çekici. İlerde bu olayın senaryosunu yazıp filmini çekeceğim:)

Öncelikle neden Çukurkuyu (çukurun içinde kuyu) ismi verilmiş. İsmi veren kasabamızdan yaklaşık kırk-elli yıl önce kurulan Kızılca kasabası kasabalılarıdır. Şu anda kasabamızın imarı içinde kalan Mustafa Özer (Kır Mustafa)'in avlusunun içinde kalan çalıp alma (zamanında elle eğilip kova doldurulacak şekilde ) kuyu Kızılcalıların meraları içinde olup ve bu kuyunun etrafındaki bölgeye çukurkuyu adı verildiğinden kurulan kasabamızda bölge ismini alarak ÇUKURKUYU adıyla anılmıştır.
Kuruluş tarihimiz yaklaşık 250-260 yıldır. Ne tesadüftür ki bu kasabayı kuran ve kurulmasına yardımcı olan bütün hane ve aileler değişik Türkmen boylarından kopup gelen ve hala kendi boy ve aşiret isimleriyle anılan gruplardır.
Öncelikle kasabanın kurulmasında ana etken durumunda olan Şeyh Hamzalı Türkmenleriyle başlamak gerekiyor. Birkaç yüzyıllık soy kütükleri kayıt altındaydı. Her uğradığı Osmanlı vilayetinde geçici iskanlarını tasdik ettiren Şeyh Hamzalıların göç boyunca Mekke, Halep, Maraş, Elbistan, Yeniil, (Sivas'ın güneydoğusundaki konar göçer Türkmenlerin geçici yurtları olan yaylalar) İstanbul, Edirne, Yozgat Boğazlayan Şıhlar köyü, Keskin, Aksaray Sağlık köyü üzerinden Ereğli'ye gelirler. Bu göç boyunca parçalana parçalana yedi oba kalan Şeyh Hamzalılar Ereğli?deki sinek ve batağın hayvanlarını ve kendilerinin yurt tutmalarını imkansız kılması üzerine ikiye ayrılırlar. Bir oba çobanları ile kuzeye şu an Çukurkuyu yaylaları olan İninüstüne gelir. Hatemli (Hacı Bekirli, Hatem Mustafa,Hacı İbrahimli) beraberindedir. Hatemliyi büyük olasılıkla ya Aksaray'da içlerine almışlar ya da kendilerindendir. Diğer kalabalık gurup güneye Toros dağlarını aşarak nereye gittiği bilinmemektedir. Bir kısmının Hatay Kırıkhan Şıhlar köyünü kurdukları bir kısmının da Antalya yöresine yerleştiği kasabamız kervancıların anlattığı hikayeler arasındadır.


Şeyh Hamzalılar İninüstüne geldiğinde Hacı Hasanlı Hotamıştan kan davasından kaçmış geriye dönme şansları olmadığından Yerhan'(Kerel) da kışlamaktadırlar. Hamzalıların gelmesi ile onlarda Yerhan' dan İninüstüne göçerek Hamzalı'larla birleştiklerinde Kara İbiş'e de kız vermişler ve yanlarındadır. İninüstü kışlamaya müsait olduğundan yedi sekiz yıl kalırlar ve buraya Kayseri Yeşilhisar Kafkas sülalesinden gelen Hanifi' yi imam tutarlar. Bu ilk birleşik grup olan Şeyh Hamzalı, Hacı Hasanlı, Hatemli, Kara İbiş ve imamları Hanifi güzlemeye çöle indiklerinde daha sonra Yanık Yurt ismini alacak olan Devedamının 200 -300 metre güney batısını yurt tuttular,birkaç kış Andıklının inlerinde geçirdikten sonra yeni yurtlarına ilk çem damlarını yaparlar.
Şu anda kasabamızın kurulduğu yerde Kızılca' dan kavga sonucu kaçıp gelen Çelen ağa yurt tutmuş ve oturmaktadır. Kırşehir Kaman Değirmenözü köyünden kardeşlerinin kız kaçırmasından dolayı kaçarak bu bölgeye gelen Yabanlı Türkmenlerinden üç kardeş ve bir bacı; bacılarını Çelenliye gelin verdikleri için Zengen? e kadar giderler ve tekrar bacılarının hasretine dayanamıyarak geriye dönerler, Çelen ağanın yerleşim yerinin 200 -300 metre kuzey batısına şuandaki evlerinin olduğu yere yerleşirler.
Altunhisar (Anduğu)ın yazlak sığır ağılı olarak kullandığı Devedamının yanı başına (Yanık Yurda) Şeyh Hamzalıların yurt tutma niyetiyle oturup ev yapmaya başlamaları Altunhisar'ı çok rahatsız eder. Şeyh Hamzalıların Ereğli'ye gelin almak için gittikleri bir gün Altunhisar atlıları gelir evlerinin birine "burayı terk edin değilse ölürsünüz" manasına ölü bir baykuş asar giderler. Kınadan dönen Şeyh Hamzalılar ölü baykuşa fazla aldırış etmezler. Ertesi gün erkenden gelin almaya giderler. Döndüklerinde çadır ve evlerinin yakıldığını görürler. Bu yangında köse Mehmedin bir dam çavdarı yanar. (Köse Memed Karamanda mahkeme açar ogünde Karaman kadısı olan İdris Bey keşfe gelir. Hasseyit Ağa keşfe gelen İdris Beyi sonradan adını verdikleri İdris Tepesi(Papuğun harımının yanı)ndeki yazlık yurdunda misafir eder. 2-3 yıl Karamana eşşekle gidip gelen Köse Mehmet davayı kazanır). Aralarında toplanarak buradan göçüp yeni bir kışlak bulmak için hareket kararı alırlar. Göçler hazırlanır ve güneye doğru hareket ederler. Komşuları çelen ağanın evinin yanından geçerlerken Çelen ağa kervanın başına gelerek Şeyh Hamzalıların ağası Hacı Emin ağa (Deve damındaki ziyaret mezarı)nın atının başını tutar "gelin göçleri buraya indirin bir köyde biz olalım" der. Bunun üzerine göçler iner ve Çukurkuyu nun ilk kuruluş temelleri atılır. Altunhisarlıların evlerini yaktıkları ilk yurtlarına Yanıkdam adını koyarlar.
Bundan sonra yeni kurulan Çukurkuyu Bayatsalındaki yaylaları ile beraber bu bölgeden gelip geçen Türkmenlerin uğrak yeri olur. Yeni yerleşimciler yeni yurtlarında tutunabilmek, buraları terketmemek ve nüfusu arttırmak için ellerinden gelen bütün çabayı gösterirler. Dışarıdan getirdikleri çobanları kalıcı iskana zorlarlar,bekar olanlarına kız verirler. Dış köylerin baskılarına direnmek için eşkiyalar kiralarlar. (Bayatsalı inlerini kışlak olarak kullanan Kırşehir ve yerli eşkiyalar) Issız yerlere yurt çıkarıp sahiplenerek sınırları genişletirler. Bütün bu mücadeleler sonucunda doğudan batıya 28-30 Km, kuzeyden güneye 7-8 Km genişliğinde büyük bir alana sahip olurlar. Bu kadar geniş alanı elde tutmak kolay değildir. Sınır uçlarındaki yurtların sahiplenilmesi yıllarca süren kavgalar sonucunda kesinleşir. Çoraklıkta Hacı Hasanlı, Labız'da Dokuzlu,Hüseyinağılında Eminli,Gımıtda Seyitli ve o günün muhtarı Kör Mahmut(Bilgi),Kulede Hasan Efendi,Döllükte Kör Nohut,Cıncıkgölde Hacı Kamber ve ismini sayamayacağım bu insanlar canları pahasına bu köyün kuruluşuna,sınırlarının geniş tutulmasına emek verirler.
Köyün kurulmasında en büyük emeği olanlardan birisi 14-15 yıl Niğde il encümen üyeliği yapmış olan Hacı Emin oğlu Mehmet Emin Soylu(Hacı Sofu)ve sınırların kesinleşmesini sağlayan ve daha sonra Ereğli'ye göçen Hacı Seyit oğlu Hacı Kamber (Koçak) Ağadır. Belkoru yaylasının kayıtlarının o günkü Bor Mahkemesinde duruşma açtırarak tescilinin yapılmasını sağlayanda Hacı Sofu ağadır.
Yüzyıllardır yurt yuva tutamayıp yaylak otlak gezerlerken bir tesadüf eseri olarak Çukurkuyu'da birleşen değişik illerden gelen bu Türkmenler bir köy olabilmek için birbirlerinden kız alıp vererek tek vücut olmuşlardır



Yurt genelinde karlı yağış

Efenim, son zamanlardaki karlı yağıştan tüm Türkiye etkilenmiş durumda. Sağolsun İstanbulumuzdaki karlı yağış yüzünden sevgili öğretmenlerimiz ve sevimli yavrucaklarımız bir hafta daha tatil coşkusunu devam ettirdiler. Kar yağışı İstanbulun anasını ağlatırken , Güzel İzmirim bu durumdan çok etkilenmedi. Aslında biz izmirler için bu bir avantaj gibi görünse de benim gibi çocukluğu karla kaplı biri için biraz hüzünlü oldu. Çocukluğumda kar benim çok önemli bir doğa olayıydı. Kar yağdığı zaman çıldırırdık. Aklımızı kaçırırdık. Annelerimiz giysilerimizin yeterince kalın olduğundan emin olunca bizleri dışarı salardı(gerçi benim gibi haşarı bir çocuk için dışarı salınmama söz konusu değildi, mutlaka kaçılırdı).

Bembeyaz örtünün üzerinde deliler gibi kartopu oynardık. Çocuk zihnimizin alamıyacağı bir şeydi kar. Bilindik mahallemizi , sokaklarımızı sıradan halinden çıkarır , masalsı bir görünüm verirdi. Nasıl olduğunu bilmezdik , zaten merak etmezdik sadece tadını çıkarırdık. O sıralar üzümünü ye bağını sorma felsefesiyle yaşamaktaydık. Gerçi sonralar karın bulutların çok soğuk hava kütlesiyle karşılaştığında oluştuğu bilgisi bize verildi. Ama benim için anlamı değişmedi kar ın. Kar , benim için beyazlık , saflıktı. Avucumun içindeki soğuk yakıcılığıyla , neşeli bir acının kaynağıydı. Eldivenin güvenliğinden yoksun ellerimize batan yüzlerce iğne gibiydi. Ama gene de top haline getirdiğim kar öbeğini bırakmazdım. Ta ki bir arkadaşımın suratında patlaması için fırlatana dek:) Şu anki usta nişancılığımı çocukluğumdaki kartopu savaşlarına borçluyum. Suratımda patlayanları ise şu an es geçiyorum. Es geçemeyeceğim bir olay vardır ki hala unutamam. O zamanlar evimizin yakınında bir yokuş var idi. Ve kışları donan bu yokuş bizler için tam bir kış sporları merkeziydi. Yokuştan aşağı doğru kaymanın verdiği adrenalin şu an hala damarlarımdadır. Kızağını kapan o yokuşta yerini alırdı ve yokuşun tadını çıkarırdı. Kızağı olmayan benim gibi yavrucaklar küçük bir leğen bulup , kayma eğlencesini onla yaşardı.herkeste yoktu o kızak.hem leğende çamaşır leğeni değil yanlış anlaşılmasın.ufaklarından. Leğen deyip geçmeyin acayip hız yapıyor meret. Gene bir gün leğenimle kayıyorum. Kızaklı dümbüğün biri gelip tam sırtımdan bana çarptı. Resmen omurgamın yerini değiştirdi şerefsiz. Acıyla o çocuğu dövmeyi bile unutmuşum(o zamanlar haşarıydım.dövdüğüm yada tartakladığım çocukların listesi kabarıktı). 20(yazıyla : yirmi) yıl geçti belki ama hala dün gibi hatırlarım. Ve o çocuğu şu an görsem düşünmeden dalarım.Galiba insanlar büyük acılarını , büyük sevinçlerinden daha iyi hatırlıyorlar.

3 yıl kadar önce idi. İzmirde kar yağmıştı ve çok daha fazla beyazlamıştı İzmir. Eve gittiğimde sokakta mahalle gençliğinin kardan ötürü dışarıda olduğunu gördüm. Birden 17 yıl (20-3=17 ) geriye gittim. Kar görünce çıldıran, yeşil atkısıyla salınan o minik çocuk oluverdim. Yerden aldığım kar'ı hemen top yaparak en yakındaki birine fırlattım. Ve savaş başladı. O yaşlarda öğrendiğim hiç bir şeyi unutmamıştım. Ellerim kendiliğinden herşeyi yapıyordu. Yerden kar ı alış, yuvarlayış, fırlatış ve hedefin tutturulmasından keyif alış:)
O gün orda ben değil 7 yaşındaki Bayram vardı. Sanki en son o yaşta çocuk olmuş gibiydi.